Eğitimci yazar Nuri Gökçek’in Azerbaycan gezisi notları devam ediyor.
Gence’de ikinci ve son günümüz. Kaldığımız otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra valizlerimizi akşamüzeri almak üzere emanete bıraktık ve otelden ayrıldık. Bugün gece geç saatlere kadar buradayız. Bu süre içinde Gence’de görülmesi gereken her yeri gezip görmek istiyoruz. Bunların içinde en önemlisi Han Bağı (Xan Bağı) olacak.
Otelimize yürüme uzaklığında ki Han Bağı, Azerbaycan ve Kafkasya’nın en kadim parklarındandır. Bağın 16.yy.da Osmanlı Padişahı III. Murat’ın komutanı Ferhat Paşa tarafından yapıldığı da iddia olunur. Gerçekten de tarihi kayıtlarda Ferhat Paşa’nın buraya Batum’dan çeşitli türden ağaç ve gül çeşitleri getirdiği yazılıdır. Ancak 52 hektar gibi çok büyük bir alana sahip Han Bağı’nın, Gence’nin Hanlık döneminde Ziyadxan Oğullarına mensup Cevad Han tarafından diktirildiği bilinmektedir. Cevad Han, Gence’ye gelip giden tüccarlardan buraya çeşitli türden ağaç getirmelerini şart koşar. Ne var ki 1804 yılında Rus komutanı Sisianov’un kenti işgal edişiyle Bağ ciddi şekilde tahrip edilir. Bu işgal sırasında Gence’yle birlikte dört asırlık Bağ’daki ağaçlar top atışlarıyla kırılıp dökülür. 1856-60 yıllarında Rus Çarı buraya Kırım’dan 1 milyon 200 bin adet çeşitli türden ağaç, meyve ağaçları ve süs bitkileri getirterek diker. Ne yazık ki, 1868 yılından itibaren Bağ’da küçük çaplı inşaatlar başlatılır, 1873 yılında ise III. Aleksandr tarafından Bağ’da binalar ve heykeller dikilmeye başlanır. Her iki durumda da burada birçok ağaç kesilir.
Bir zamanlar Gence-Garabağ beylerbeyinin dinlendiği bu bağ yine de Rusya’nın en gözde bağı olur. Zamanında beş yüzden fazla çeşitte ağaç ve gül çeşidinin olduğu Bağ’da bugün yüz elli çeşit kalmış olması acıdır. O yıllarda etrafı yüksek ihata duvarlarla çevrili Bağ’a Rusya’nın sadece zadagan (soylu, nüfuzlu) kişileri girip çıkarken şimdi herkesin girip çıktığı, dinlendiği bir yer haline gelmiştir. Şu an için Bağ’ın toplam alanı 6 hektar olup, içinde halk şairi ve yazarı Nigar Refibeyli’nin(*) ve Sovyetler Birliği döneminde Kızıl Ordu’da teğmen olan, Azerbaycan / Sovyet ittifakının kahramanı İsrafil Memedov’un (D:16 Mart 1919 – Ö:1 Mayıs 1946) heykelleri bulunmaktadır. Ayrıca, içinde 350 kişilik bir de açık hava tiyatrosu mevcuttur.
Arkadaşım İlyas’la asırlık ulu çınarların ve her çeşitten ağaçların arasında Bağı gezerken duyduğumuz derin sessizlik karşısında ürperdik; sık ve yüksek ağaçlarla gökyüzü görünmez olmuş, âdeta Dünyayla ilişkimiz kesilmişti. Bağ’ın büyülü güzelliği karşısında zaman ve mekân kavramını yitirdiğimizi söyleyebilirim. Bol bol fotoğraf çektik. Geze geze Bağ içinde bir kahvehaneye geldik. Çok sayıda insan masalara kurulmuş çay içip sohbet ediyorlardı. Bir masaya da biz yerleştik. Konuşmamızdan; yan masadan biri bize, “Türkiye’den mi geldiniz, hoş gelmişsiniz?” diyerek masasına davet etti. Koyu ve sıcak sohbetimiz sonunda adının Rövşen Mirzeyev olduğunu öğrendiğimiz dostumuz bize Bağ’ın tarihçesi hakkında bilgi verdi. Öğlen saati olduğu için ısrarla bizi yemeğe davet etti. Kıramadık ve davetini kabul etik. Doktor olan kızı halen Türkiye’de görev yapıyormuş. Kendisi de zaman zaman Türkiye’ye gelip gidermiş. Vaktimiz olmadığı için bizim Göygöl Gölü’ne gidememiş olmamıza üzüldü ve “Menim size bir Göygöl borcumdu, inşallah gelersiz.” diyerek bize içten konukseverliğini gösterdi. Ayrıca bizi bir gurup arkadaşlarıyla da tanıştırdı. Hepsi bilgi birikimli, okumuş meslek sahibi aydın insanlardı. Gerek Azerbaycan’ın gerekse Türkiye’nin geçmişi ve geleceği üzerine karşılıklı fikirlerimizi birbirimizle paylaştık. Hepsinin gözünde ve gönlünde değişmez olan; Türkiye’nin Emperyalist Batı karşısında güçlü ve eğilmez olarak durması arzusuydu. Hepsi, Atatürk’ten ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nden övgüyle söz ediyorlardı. Biz, bugün ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasal durumunu açıkladığımızda yüzlerinin asıldığı gözümüzden kaçmadı. Burada yedi sekiz kişiyle yaptığımız sohbetimiz sonunda, Türkiye ile Azerbaycan’ın bir millet iki devlet olduğunu ve sonsuza kadar da böyle kalacağı gerçeğini canlı tanıklarıyla yaşadık. Saatler süren sohbetimiz sonrası hepsiyle tek tek vedalaşarak ayrıldık.
Ayrılış saatine yaklaşıyorduk. İlyas’la birlikte Parka yakın olan Atatürk Prospekti’ni (Atatürk Caddesi) görmeden gitmeyecektik. Gerçekten de Caddenin başında, “Bu prospekt Türk xalgının böyük oğlu ATATÜRKÜN adını daşıyır.” Yazısının gururuyla caddeyi bir baştan öteki başına kadar gezdik. Hem akşam oluşu hem de Gence’nin epeyce dışında olan 450 hektar alana sahip Haydar Aliyev Parkı’na gidemedik tabii. Uçak biletimizi Bakü’ye gidiş-dönüş almamış olsaydık Gence’de bir iki gün daha kalabilirdik. Büyükçe bir alış veriş merkezinden buraya özgü bir iki hediyelik alarak valizlerimize yerleştirdik. Gence’den ayrılma saati gelmişti.
Bizi Avdovağzal’a yani Otogar’a götürecek olan yine şoför Bahtiyar olacaktı. Telefonunu almıştık çünkü. Aradığımızda hemen geldi. Yine şen şakrak, kırk yıllık ahbapmışız gibi güle eğlene Bahtiyar bizi Gence Otogar’ına getirdi. Bu kez ücretinin dışında biraz fazla verdik ve vedalaşarak ayrıldık.
Dört saat süren yolculuğumuzun sonunda sabaha karşı Bakü’deydik. Her yer kapalı olduğu için, Samed Vurgun Parkı’nda boğaca börekle çaylarımızı yudumlayarak kahvaltımızı yapmış olduk. Havaalanına gidecek otobüsü biraz bekledik ama yine vaktinden önce uçakta yerlerimizi almıştık. Uçağımız öğlen 12.30’da kalkacak. Burada saatler bizden 1 saat ileridir. Üç saat sonra yani (Türkiye saatiyle ) 14.30’da İstanbul’da olacağız.
SON SÖZ: Bugün 3 Eylül 2024, 33 bin feet (10 km.) yüksekten İstanbul’a uçuyoruz. Azerbaycan’a geleli dokuz gün olmuş. Bu süre içinde izlenimlerimize ilişkin belki çok daha objektif değerlendirmeler yapacak verilere ulaşamamış olabiliriz. Ancak gördüklerimiz kadarıyla Azerbaycan’ın da Türkiye’miz kadar derin, köklü ve mücadele dolu bir tarihinin olduğu, halkının bu mücadele geçmişi içerisinde onurlu duruşu ve kahramanlığı tartışılmaz bir gerçektir. Her iki ülkenin tarihi mirası ve kültür birikimi birbirinin kopyası gibidir. Bizim gibi onlar da tek adam rejiminin sancılarını yaşıyorlar. İki ülken de düşmanı aynıdır: Ortak düşman ABD-AB Emperyalizmi ve İsrail Siyonizmidir. Bugün bu saldırgan güçle başa çıkmak için, Atatürk’ün 1920’de hayata geçirdiği, halkın söz ve karar yetkisinin olduğu Parlamenter sistemi yeniden kurmalıyız. Bir kişinin iki dudağı arasına sıkışmış yönetim biçiminin sonu faşizmdir. Bu nedenle, her iki ülkenin halkı bir an önce tek adam rejiminden ülkelerini kurtarmalıdırlar. (Son)