yazi
Feride Ozbilge
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Makaleler
  4. ÇEKİRDEĞİN İÇİNDEKİ IŞIK

ÇEKİRDEĞİN İÇİNDEKİ IŞIK

featured

.Bir kadının, bir çocuğun, bir memleketin ve susmayan bir yüreğin hikâyesi…

“İlk kez değil… ama son kez de olmayacak bu başlangıç,” dedi Zühre, toprağa her adım atışında ayakkabısının içini dolduran taşlara aldırmadan.
Dönüyordu.
Kendinden kaçarken kendine en çok benzeyen yere.
Yalnızdı, ama eksik değildi. Sol elinden Atlas’ı tutuyordu.
Sağ elinde ise annesinin yıllar önce işlediği ama hiç kullanamadığı pembe çiçekli mendil vardı.

Evinden ayrılalı yirmi üç yıl geçmişti. Bu kasaba hâlâ uykusuzdu.
Ama taşlar daha sessiz, duvarlar daha kırıktı.
Ve gökyüzü… Gökyüzü hâlâ şubat mavisi.

Kapıların önünde kadınlar eskisi gibi oturmuyordu.
Belki artık sorular da eskisi gibi sorulmuyordu.
Ama onun zihni hâlâ çocuktu.
Çünkü bazı çocukluklar hiç büyümezdi; büyümeye çalışırken kesilen nefes, çarpılan tokat, unutulmaya zorlanan hayal kalırdı geride.

Ve şimdi o çocuk, büyümüş bir kadın olarak, o eve geri dönüyordu.

“Anne,” dedi içinden, “Senin sustuğun yerde ben konuşacağım.
Senin boynunu eğdiğin yerden, oğlum başını kaldıracak.”

O sırada Atlas, sessizce kadının avucundaki pembe çiçeklere bakıyordu.
Parmağıyla bir tanesini işaret etti.
Zühre gülümsedi.
Küçücük bir çiçek, binlerce kelimenin yerini tutabilirdi.
Tıpkı onun gibi…
Tıpkı Atlas gibi…

Kapının tokmağı hâlâ aynıydı.
Demirden, kıvrımlı, baş parmakla bastırınca çıkan “klik” sesi, Zühre’nin çocukluğundaki gibi ince, ama ısrarcıydı.
Annesinin her sabah kapıyı açarken dualar fısıldadığı, babasının akşam geç kalınca sessizce çevirdiği tokmaktı bu.
Zühre elini tokmağa koyduğunda, birkaç saniyelik sessizlik oldu.
Dışarıda rüzgâr, içerde yılların susturduğu kelimeler.

Atlas merakla arkasında duruyordu.
“Anne… burası mı?” dedi usulca.
Zühre başını salladı.
Ama bir şey söylemedi.
Çünkü bazen “evet” bile fazla gelirdi.

Kapı açıldığında içeriden nemli, toprak kokulu, biraz da naftalinli bir hava geldi.
Sanki ev hâlâ yaşıyordu.
Ve bu koku, evin nefesiydi.
İçeri ilk adımı Atlas attı.
Baston gibi kullandığı boya kalemini yere vurdu:
“Burada ışık yok,” dedi.

Zühre gülümsedi.
“Biz getiririz,” dedi.
“Senin çizdiğin güneşle başlarız mesela…”

Evin içi, zamanı kaybetmiş gibiydi.
Tavan arasına yıllar önce bırakılmış bir oyuncak ayı hâlâ göz kırpıyor gibiydi.
Mutfakta asılı duran bakır kepçe, yıllarca kaynamamış bir çorbanın hasretini çekiyor olmalıydı.
Ve sobanın üstünde unutulmuş bir çaydanlık, içinde hâlâ bir çift kelime arıyordu belki de:
“Hoş geldin.”

Zühre, eski salona yürüdü.
Duvara gömülmüş isli aynada kendini gördü.
Ama gördüğü kişi kendisi değildi yalnızca.
Annesi, ablası, dayısı…
Ve sustukları her yılın yankısı da vardı o aynada.
Zaman, o aynada katlanmıştı.
Kırış kırış.

Atlas o sırada pencereye tırmandı.
“Anne, bu camlar dışarıyı göstermiyor.
Ama içeriyi çok güzel yansıtıyor…”

Zühre’nin gözleri doldu.
Bu çocuk…
Kendisinin görmediğini görüyor,
duyamadığını duyuyordu.

Sonra sandalye altından bulduğu bir kutuyu açtı:
İçinden kurumuş bir lavanta demeti, bir mektup zarfı ve küçük bir tahta kaşık çıktı.
Mektubun üstünde annesinin el yazısıyla tek bir cümle:

“Geri dönersen, seni affederim kızım.”

Zühre dizlerinin üzerine çöktü.
Atlas da onun yanına.
Ve ikisi birlikte o kutunun içine değil,
bir kadının suskunluğuna bakmaya başladılar.
Orada hem annesi vardı, hem Zühre’nin çocukluğu, hem de kadınlığın, adaletin, özgürlüğün yarım kalan çığlığı…

Zühre o aynaya uzun uzun baktı.
Kırık köşesinden sarkan örümcek ağına takıldı gözü.
Tıpkı kendisi gibi:
Bir köşesinden çatlamış, ama hâlâ hayatta.
Yeniden dokunulmayı bekleyen bir zaman perdesi gibi.

Atlas içeride kendi güneşini çizerken,
Zühre sessizce salondaki dolaba yöneldi.
Kilitliydi.
Ama onun parmakları anahtar gibiydi artık.

Bir hışırtı…
Bir iç geçirme…
Ve geçmiş açıldı:
O dolabın kapağından, annesinin yüksek sesle bağırdığı bir gece döküldü yere.
“Bu evde senin sözün geçmez!”
Ve arkasından gelen sessizlik…
Zühre’nin çocuk kalbi o gece içe kapanmıştı.
Söz hakkını, oyun hakkını, “kız çocuğu” olduğu için elinden almışlardı.
O gün susmuştu.
Ve susmak, onun dilinde bir sürü dil olmuştu.

Mutfaktaki dolaptan bir defter buldu.
İnce, solmuş yaprakları vardı.
Üstü karalanmış, ama bazı cümleler hâlâ ayaktaydı:

“Zühre bu akşam gene sorular sordu.
Niye kadınlar hep yorgun?
Niye baba sadece televizyon izliyor?
Niye benim odam yok?”

Altına annesi şu notu düşmüş:

“Kızım akıllı ama başına iş alacak.
O yüzden susmayı öğretmeliyim.
Bazen sevgi, susturmaktır.”

Zühre o cümleye bakarken, annesine öfkelenmedi.
Sadece içi burkuldu.
Çünkü o da bir anneydi şimdi.
Ve susturulan bir çocuğun, nasıl fırtına gibi büyüdüğünü çok iyi biliyordu.

Atlas yanına geldi.
Elinde bir kâğıt vardı.
Bir kadın çizmişti.
Omuzları biraz düşüktü ama gözleri kocamandı.
Ve gökyüzüne bakıyordu.

“Bu sensin,” dedi.
“Uçmaya çalışıyorsun. Ama ayağında zincir var.
Ben o zinciri silmek istedim. Ama bilmiyorum, belki de senin silmen gerekiyordur.”

Zühre bir süre konuşamadı.
Sonra Atlas’ın kafasını okşadı.

“Ben zinciri taşımayı öğrendim oğlum,” dedi.
“Ama artık bırakmayı da öğreneceğim.”

Ev sessizdi ama sessizlik bu kez yutucu değil, iyileştiriciydi.
Zühre annesini affetmedi belki, ama anlamaya bir adım attı.
Kendini affetmeye biraz daha yaklaştı.
Ve çocukken kurduğu o gizli cümleyi ilk kez yüksek sesle söyledi:

“Benim de sözüm geçecek bu hayatta.”

Kasabanın meydanı her zamanki gibi sessizdi.
Ama o gün, rüzgâr başka bir yerden esiyordu.
Tüm duvarlar, tüm susturulmuşluklar, çatlaklarından ışık sızdırıyordu.

Zühre o sabah erken kalktı.
Bir demet kır çiçeği koydu saçına.
Annesinin gençliğinde diktiği solgun pembe eteği geçirdi üzerine.
Ayakkabıları yoktu, çıplak ayak yürüdü.
Toprak, geçmişi unutmayan tek şeydi çünkü.

Elinde Atlas’ın çizdiği kadın resmi vardı.
Omuzlarında hâlâ düşüklük, gözlerinde hâlâ gökyüzü vardı.
Ama artık o kadın konuşacaktı.

Meydanın ortasına geldi.
Kadınlar pazardan dönüyordu.
Bazıları çocuk arabalarıyla, bazıları file dolusu sebzeyle.
Ama hepsinin gözlerinde o bildik yorgunluk vardı:
Hayatın aralarında kaybolmuş bir cümle gibi yaşamak.

Zühre bir sandalye buldu, üstüne çıktı.
Sesi titriyordu ama gözleri sakindi.

“Ben Zühre.
Beni küçükken hep susturdular.
‘Kadın sesi evin içinde kısık olur’ dediler.
Ama ben büyüdüm.
Ve o kısık sesi büyüttüm.”

Meydan sessizleşti.

“Ben çocukken odam yoktu.
Kadın olunca evim oldu ama içinde hâlâ kendime yer bulamadım.
Anne oldum.
Ve susturulmuş bir çocuğun annesi olmamaya söz verdim.”

Yaşlı bir kadın ağlamaya başladı.
Bir genç kız cep telefonunu kaldırdı, Zühre’yi kayda aldı.

“Ben geçmişime öfke duymuyorum artık.
Ama ondan öğrendiklerimle geleceği değiştireceğim.
Sözüm var:
Bu meydan artık sessiz kalmayacak.
Ve bu çocuklar artık susmayacak.”

Çantasından Atlas’ın çizdiği resmi çıkardı, havaya kaldırdı.
“Bu ben değilim sadece.
Bu annem, bu kız kardeşim, bu teyzem, bu kasabanın unuttuğu bütün kadınlar.”

“Çekirdek acıydı belki, ama ben içinden bir ışık çıkardım.
Artık kimseye acı çekirdeği zorla yedirmeyeceğim.”

Kalabalık büyüdü.
Zühre alkışlarla değil, gözyaşlarıyla kutsandı.

Sustuğunuz her an, bir sonraki neslin kelimelerinden çalınmış bir hecedir.
Konuşmak cesaret ister.
Ama susturulanlar konuştuğunda, sadece kendini değil, sessizliği de özgürleştirir.

ÇEKİRDEĞİN İÇİNDEKİ IŞIK
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VakaHaber.CoM ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Bizi Takip Edin
KAI ile Haber Hakkında Sohbet