“O zamanlar psikolog yoktu, ama annelerin bir bakışı bütün duygusal düğümleri çözerdi.”
Eskiden çocuk olmak başka bir disiplindi; bir nevi sokakta, komşunun gölgesinde, annenin bakışında yetişilen açık hava üniversitesiydi.
Bir çocuğun duygusuna teşhis koyulmazdı. Küsersen “Geçer birazdan,” üzülürsen “Aç karnın, ondandır” denirdi.
Kendini yalnız hissedersen kucağa alınmazdın, eline bir bez tutuşturulurdu: “Git, masayı sil, düşünmezsin o zaman.”
Ve gerçekten düşünmezdin.
Bizim nesil, çimdiklenmiş, hafif tokatlanmış, ama duyguları bastırılmamış bir nesildi. Gülse de, ağlasa da, merhameti hep içimizde taşıdık.
Midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip olunca “Yat, terle geçer” derlerdi.
Başın ağrıyorsa, “Çocukların başı mı ağrır” diye azar işitirdin.
Bugün olsa travma sayılacak şeyler, o zaman “terbiye” sayılırdı.
Ama işin garibi, o terbiye kalbinin ortasına işlerdi.
Bizim annelerimizin ses tonu pedagojiden değil, içgüdüden gelirdi.
Yumuşak konuşmayı pek bilmezlerdi ama sevgiyi nasıl göstereceklerini iyi bilirlerdi.
Kızdıklarında bile gözlerinde bir merhamet olurdu,
çünkü bir annenin bağırışı bile sevgiden doğardı o yıllarda.
Evin duvarları, radyodan gelen türküyle, mutfaktan gelen soğan kokusuyla sıcacık olurdu.
Bir çocuk ders çalışırken iç çekerdi mesela; annesi hemen seslenirdi:
“Ne o, dünya mı battı, git mutfaktan bir patates soy da kendine gel.”
O soyulan patatesle beraber akıl da, kalp de soyulurdu sanki.
Dantel örtüler kutsaldı.
Misafir odası yılın sadece bayram günleri açılırdı.
Bir çocuk yanlışlıkla odaya dalarsa “Ayağını silmeden girme” uyarısı gökten inen emir gibiydi.
Ve ne gariptir, o “ayağını sil” cümlesi aslında hayatın metaforuydu:
kirini dışarıda bırak, içeriye temiz gir.
Bir de “çimdikleme” denen evrensel ceza yöntemi vardı ki,
ne Freud açıklayabilir, ne modern psikoloji.
Bir kere o çimdikleme, vurmak değildi;
bir tür dokunsal farkındalık terapisi gibiydi.
Yani annen seni hem cezalandırır, hem tenine sevgisini işlerdi.
Acıyarak büyür, gülerek unuturdun.
O an fark edersin ki, hayatın öğretisi sert de olsa, sıcak da olsa… hepsi karakterimizi şekillendirmiş. Küçük bir uyarı, hafif bir tokat, merhametle karışık bir öğüt… Hepsi, neyi nasıl yapacağını bilmeyen küçük bir kalbe derin bir iz bırakır. Ve biz, o izlerle büyürüz; dünyaya biraz daha hazır, biraz daha bilge, biraz daha sabırlı.
Şimdi düşünüyorum; bizim zamanımızda kurallar netti, sınırlar belliydi. Ama aynı zamanda özgürlük vardı. O özgürlük, küçük bir hatayı, bir ağlamayı, bir çığlığı, bir keyifsizliği taşımamızı sağlardı. Duygularımız hep bizimdi, ama hayatın ritmiyle harmanlanmıştı.
O yılların anneleri azarlayarak bile şefkat gösteriyordu.
“Alırım ayağımın altına” cümlesinin ardında,
“Sen benim canımsın, yanlış yola sapma” anlamı vardı.
Ama tabii o alt anlamı o yaşta kim anlasın?
Biz korkuyla karışık bir sevgiyle büyüdük.
Ne eksik hissettik, ne de fazlalık.
Sonra yıllar geçti.
O anneler yaşlandı, bazıları sustu, bazıları hâlâ “Aklını başına topla” diyor.
Ama her defasında aynı sıcaklıkla.
Ne yaparsak yapalım,
onların sesi hâlâ kulağımızda yankılanıyor:
“Git, bakkaldan iki ekmek al, düşünmeyi bırak.”
Bugün ne zamanmoralim bozulsa, o sesi duyuyorum.
Modern dünyanın terapileri, kristal taşları, nefes egzersizleri yetmiyor.
Ama bir annenin elinden içilen çayın buharında
hâlâ iyileşmenin formülü gizli.
İşte bu yüzden, o zamanların çocukları, her şeye rağmen gülümsemeyi öğrenmiş bir nesildi. Her tokat, her uyarı, her göz kırpması birer hayat dersi olmuştu. Ve bugün, o zamanlara dönüp baktığımda, içimde kocaman bir minnettarlık var.
“O anneler bize sevgiyi bağırarak öğretti.
Ve hiçbir psikoloji kitabı, onların bir bakışı kadar tedavi edici olamadı.”
“Bazen hayat, bir annenin ‘Hadi sil camı geçer’ demesi kadar sade bir şeydir.”
İyi ki o çocuklar bizdik.





