“Benim güzel zeki annemin çocuk telaşında saklı sadakat dersi”
Bazı çocuklar sessizce büyür. Annem öyle değilmiş . O, zekâsıyla kımıldayan, merakıyla dünyayı kurcalayan bir çocuktan fazlasıymış. Düğmeden damak çatlatan yemek uydurur, iplikle oyun kurarmış. Mahalledeki büyük ablalatından öyle yada böyle renkli iplikler aşırıp; bir ağacın tepesinde bez bebekler yapar ve görenleri şaşkın bırakırmış.Onun çocukluğu, taş aralarında filizlenen yabani menekşeler gibiymiş; kendi kendine yeşerir, kendi yolunu bulurmuş. Mahallede biri “bu yapılmaz” dese, annem bir çözümle çıkar, “dur hele bir deneyeyim” der illaki başarırmış..
Annemin çocukluğu, zeka fışkıran yaramazlıklarla dolu bir aksiyon filmi gibiymiş. Ama yönetmeni, oyuncusu o! Mahallenin oğlanlarına taş çıkartan hızı, büyüklerin kaş çatmadan anlamadığı cin fikirleri varmış. Yedi yaşında koca bir evin işlerine yardımeder, beş yaşında tavukla pazarlık, 9 yaşında hayatı boyunca anlatılacak anıların kahramanı olmuş. Hem çabuk düşünür, hem çabuk güldürürmüş. Annem, doğduğu gün dünyaya “Ben buradayım ve çözümsüzlük bende barınmaz!” demiş olmalı.
Erkek çocuklarıyla çelik çomak oynar, elini kolunu yara bere içinde bırakır, sonra da hiçbir şey olmamış gibi eve dönermiş.
Ve günlerden bir gün mahallede yaramazlık yapmaktan çekinmeyeceği bir gün yaşanmış.
O gün de oyuna dalmışlar, derken annemin attığı sopa yanlışlıkla arkadaşı Salih’in kaşına denk gelmiş.
Kan akmaya başlayınca Salih basmış feryadı, öyle böyle değil mahallenin kedisi bile irkilmiş.
Annem, herkes paniklemişken, yere çömelip Salih’in gözlerine bakmış.
“Sen hiç kıpırdama,” demiş ciddi bir sesle.
“Ben şimdi sana en iyi kremi bulup getireceğim.”
Koşa koşa eve gitmiş.
Ama ne yara bandı varmış evde, ne de merhem.
Banyoda, mutfakta bir şey bulamayınca, çözümü kümeste aramaya karar vermiş.
Gidip eski bir bezi almış, içine de biraz tavuk pisliği koymuş. Küçük elleriyle iyice sarmış bezi, sonra da ciddi bir doktor edasıyla Salih’in kaşına biraz sürmüş ve hiç elleme geçecek demiş.
Asıl mesele ondan sonra başlamış tabiki.
“Salih,” demiş,
“Eğer bunu annene babana anlatır, ‘Türkan kaşımı patlattı’ dersen… Yarına ne olacağını sen düşün artık!”
Salih, sustuğu gibi kalmış. Annemin korkusundan hıçkırığını bile yutmuş zavallıcık..
Annemin gözlerinde o kadar büyük bir kararlılık görmüş ki, dili tutulmuş.
Akşam olunca dedem eve gelmiş.
Annem gözünün ucuyla bakmış, dedemin yüzünde ne öfke varmış ne de kaş çatıklığı.
İşte o an içinden, “Tamam!” demiş, “Salih ağzını kapalı tutmuş.” İçi biraz ferahlamış, pır pır eden yüreği sakinleşmiş.
Ama her kapı çaldığında bir sıçrayış,
her ayakkabı sesiyle içten bir “eyvah”…
Annem o gece erkenden uyumuş.
Kafasını yorganın altına çekmiş,
sanki yorgan onu cezadan da, dededen de, suçluluk duygusundan da koruyacakmış gibi.
İnsan yastığını vicdanla paylaşınca, uykusu da biraz tedirgin olurmuş.
Ertesi sabah Salih okula gelmiş.
Kaşı kabuk bağlamış, iyileşmeye başlamış.
Ve en önemlisi, kimseye bir şey dememiş.
Yıllar sonra annem bu hikâyeyi anlatırken hâlâ güleriz.
Ama ben her defasında annemin içindeki o çocuk kalbin korkusunu, panik halindeki zekâsını ve dostluk için verdiği çocuksu mücadeleyi görürüm.
O günkü telaşı, yüzündeki korkuyu, yorganın altındaki kalp çarpıntısını taklit ederken kahkahalara boğuluruz.
Ama işin asıl güzelliği şu:
Annem, bu hikâyeyi sadece eğlenmek için değil, öğretmek için de anlatır.
Her seferinde farklı bir yöne çevirir dersi:
Bazen “hayatta çözüm üretmek önemlidir” der,
bazen “dostluk, susmayı bilmektir”,
bazen de “yaratıcılık cesaretle birleşince ortaya güzel işler çıkar” diye ekler.
Yani bu yaşımızda bile annem, o çocukluk macerasından altın değerinde öğütler çıkarır bize.
Bir gün “her kriz bir fırsattır” der,
başka bir gün “hatalar da öğretir” der…
Ama hep der, hep anlatır.
Anlattıkça da biz yeniden öğreniriz:
Annem yalnızca geçmişin kahramanı değil, bugünün de bilge anlatıcısıdır.
Ve biz o eski tavuklu merhemin hikâyesini dinlerken,
sadece gülmeyiz…
Biraz da büyürüz.
Bazen çocuklar, büyüklere ders verir.
Ve bazen bir dostluk, en tuhaf merhemlerle iyileşir.