Ben seni,
çiçekli bir mendilin içine sarılı umut gibi
gül dalının en kuytusuna sakladım.
Ne adını söyledim ne gözlerini çizdim toprağa…
Sadece bekledim,
bir sabah serinliğinde gözlerin uyanır da
gül gölgesinde sabahı bekler gibi
bir rüyanın içi uyanmasın diye dua eder gibi…
bir gül tanesi gibi düşer diye kalbime…
Toprak uykusunu yeni terk etmişti,
nemliydi içi, telaşlıydı kökler.
Rüzgârın eteğinden süzülen serinlik
bir kadın ismini fısıldıyordu yüzyıllık zeytine,
benim duyduğum sendin.
Bir dileğim vardı o sabah;
bir gül ağacının altına seni düşürsün hayat,
yolu yokuş olanın yoldaşı Hızır olsun
ve sen yokuş olsan bile, yorgunluğu unuttursun.
Sana dair her şey
eski bir radyo parçası gibi dolanıyordu havada.
Bazen annemin hamur yoğururken ettiği sessiz duada,
bazen dedemin yarım bıraktığı bir masalda,
bazen çocukken kaybolduğum
ama hiç korkmadığım bir sokakta…
Ben seni dilek diye yazmadım kâğıda,
kalbimin kuytusuna gömdüm,
bir kuş yumurtası gibi, çatlamaya hazır,
kırılmaya da razı…
Bir dileğim daha vardı içimden geçerken:
İçimizde ne kırıldıysa, onun yerine bir gül filizlensin
ve o gül, adını söylemeden sevdiklerimize benzesin.
Sen hiç gül ağacının altına eğildin mi?
Eğilirken başından öpüldüğünü sandın mı hiç?
Ben o hissi sana benzettim.
Ve her yıl Hıdrellez sabahı,
göğe değil sana tutuldum.
Bir sabah çiği gibi kondun avuçlarıma,
tutarsam solar mıydın,
bıraksam kaybolur muydun,
bilemedim.
seni diledim:
alnım gibi ak, yüreğim gibi temiz gel diye…
Bir gül gölgesi kadar serin,
bir dua kadar eskiydin kalbimde.
Ve ben seni, dileğimden önce tuttum bu baharda…
Biliyordum ki,
Sen duaların sarmaladığı o sestin,
gelmedin, hiç gitmedin de…
Ben seni, yokluğunun bile gül açtığı bir baharda sevdim.