Herkes doğduğu avlusunu sever…
Çünkü orası kalbin ilk çırpınış yeridir,
ilk düş, ilk diz kanaması,
ilk gülüş, ilk “gel içeri artık” sesi.
Güneşin başka türlü battığı,
ekmeğin yanına tuz kadar anı serilen yer…
Annenin serin eli,
babanın gölgede bıraktığı sigara kokusu,
kardeşinin koştura koştura büyüdüğü taşlık.
Avluda serili kilimin ucundan
göğe doğru dua gibi kalkar insanın içi.
Orada sever ilk kez…
Bir çocuğun gözünde güneş olmak ister,
kırılmış bir oyuncakta,
kaybolmuş bir tokada
dünyayı yeniden kurmak gelir içinden.
Ve sonra…
Büyür insan.
Ama avludan tam çıkamaz.
Kapıyı çekse de üzerine,
o menteşelerin gıcırtısında kalır bir şey.
Sanki hâlâ biri sesleniyor içeriden:
“Feriş, üstüne ceket al kızım, hava serin.”
Ahh…
Sevda dediğin, belki de en çok orada başlar:
Sıvası dökülmüş duvarlarda,
güvercinlerin gölgelerinde,
radyodan taşan türkülerin arasında.
Çünkü herkes…
Herkes doğduğu avlusunu sever .
Sevgi, tanıdık bir eşiğin taşında büyür.
Ve her gidişin sonunda insan
bir avlunun eşiğinde ağlamak ister,
çocuk gibi, içi gibi.
Kimse bilmez,
büyümekle eskimek arasında sıkışmış
bir gölgedir avludaki dut ağacı.
Yapraklarında çocukluk saklıdır,
her mevsim dökülüp yine yeşeren…
İşte o ağacın altında
ilk kez susmayı öğrenirsin.
İlk haksızlığı,
ilk “ben artık çocuk değilim” deyişini…
Ama yine de biri çıkar gelir:
“Ne o, küs müsün gene, geç otur şuraya.”
Sonra anlarsın:
Dünya koca bir avlu değil.
İnsanlar büyür, evler küçülür,
ama bir mendil kadar bile
sana çocukluk bırakmayan şehirlerde
bir tek o avlunun taşları
senin ayak izini hâlâ tanır.
Teyzenin dolması gibi değildir başka yerdeki yemekler,
mahalledeki çığırtkan kadar içten değildir başka yerin sabahı.
Çünkü sevmek…
Orada öğrenilir.
Bir tül perde arkasında,
bir elma kabuğunun suda yüzdüğü bakır tasın içinde.
Ve bil ki…
En çok da orada sever kadın:
Yarasını belli etmeyen,
gözleriyle susan,
bir tabak dolmasını
kırk yılına bölen kadın gibi.
Herkes doğduğu avlusunu sever.
Çünkü orasıdır insanın en çok dua ettiği,
en içten affettiği,
en az unutabildiği yer.