Gecenin en karanlık yerinde bir anne, uykusundan sıçradı. İçine bir ateş düşmüştü, ocağın başında bir tas su içti ama susuzluğu dinmedi. Parmak uçları buz kesti, oysa içerisi sıcaktı.
“Allah’ım, Mehmet’ime bir şey olmasın,” diye mırıldandı. Ama bir şey vardı, hissediyordu.
Duvardaki eski kilimi sıyırdı, sandığının içinden oğlunun yolladığı mektubu çıkardı. Kâğıt, parmaklarının arasında titredi.
“Ana, merak etme. Biz buradayız. Herkes burada. 57. Alay dimdik ayakta. Biz düşersek, vatan düşer. Düşmeyeceğiz, ana. Sen dualarını eksik etme. Ellerinden öperim.”
O an, rüzgâr pencereyi öyle bir savurdu ki içerideki kandil titredi. Sanki biri kulağına eğilip fısıldadı:
“Ana, hakkını helal et.”
Kadının içi titredi. Karanlık çöktü gözlerine, yüreğine bir sızı düştü. Sanki evladı, o an, yıldızlara karışıyordu… Dizlerinin üstüne çöktü. Elindeki mektubu göğsüne bastırdı, sanki orada tutarsa oğlu gitmeyecek, düşmeyecek, yıldızlara karışmayacaktı. Ama kalbinin içindeki ses, rüzgârla birlikte fısıldıyordu:
“Ana, hakkını helal et.”
Dışarıda horoz öttü. Sabah mıydı? Yoksa artık zaman durdu mu? Kapının önünde, ucu kıvrılmış terliklerine zar zor ayağını geçirdi, bastığı toprak ılıktı. Sanki evladının alnına son bir kez dokunuyordu.
Sonra… uzaklardan bir atlı geldi. Tozlu yolda, sabah sisi içinde silüeti belli belirsizdi. Kadının yüreği dizlerinde titredi. Köy meydanına vardığında, atlı derin bir nefes aldı, sesi çatladı:
“57. Alay şehit düştü.”
Kadının dizleri boşaldı, toprakla buluştu. Gözlerinden tek damla yaş düşmedi, ağlamadı. Sadece gökyüzüne baktı.
Güneş, o gün bir başka doğdu. Kan kırmızısıydı.
Sonra bir şey oldu…
Rüzgâr, kınalı oğlunun kokusunu getirdi. Buğday, toprak, biraz da eski bir dua. Eliyle havayı tuttu, sanki saçlarını karıştırdığı günlerden birini yakalamaya çalışır gibi. Sonra başını kaldırdı, gözlerinde bir gurur, sesi titremeyen bir kararlılıkla fısıldadı:
“Vatan sağ olsun.”
O an, 57. Alay’ın ruhu göğe yükseldi. Ve kadın, evladını, sadece toprağa değil, cennete uğurladı.