Ela, o sabah pencerenin önünde otururken, kahvesinin dumanı camda ince bir buğu bırakıyordu. Dışarıda rüzgâr, sokaktaki solgun yaprakları oradan oraya savuruyordu. O yapraklar gibiydi bazen, bir yere ait ama hep bir yerlere savrulmaya hazır. Evinde her şey çiçek gibi düzenliydi, ama içinde fırtınalar eksik olmuyordu. Öyle ki, kalbinin iç odalarında yankılanan sesleri susturmayı öğrenememişti hâlâ.
Ela, kırklarının sonuna yaklaşırken, aynadaki yansımasına uzun uzun baktı. Güzelliği, yılların bile silip süpüremediği bir lanet gibi peşindeydi. Sokakta yürüdüğünde gözler hâlâ üzerindeydi, ama artık bu bakışlar, eskisi gibi hayranlıkla değil, sorgulayan, sahiplenmeye çalışan, sınırlarını yoklayan bakışlardı. Gençken gözlerine düşen kirpiklerini üfleyip dilek tutardı. Şimdi ise dilekleri, hayatın ona sunduğu tatsız lokmalar gibi, boğazına düğümleniyordu.
Güzelliği başına dertti. Herkesin dikkatini çektiğini biliyordu ama içten içe bunun bedelini de ödemişti. O, gözleriyle adam eden, sesiyle yumuşatan, varlığıyla hizaya getiren bir kadındı. Ama kendi içindeki düğümleri çözmekte zorlanıyordu. İçinden yükselen kadın, ona sürekli bir şeyler fısıldıyordu. Özgürlüğü, arzularını, kaybolan hayallerini… Ama o ses ne zaman yükselse, çevresindeki duvarlar daha da kalınlaşıyor, hayatın gri rutini içine kapanıyordu.
İnsanlar ona daima “Ne kadar şanslısın!” dediler. Oysa kimse, geceler boyu omuzlarına yüklenen yorgunluğu, ruhuna saplanan kırık camları görmedi. Kimse, onun içindeki devasa boşluğu, yalnızlığın dipsiz kuyusunu fark etmedi. Kırılmamayı öğrendiği yıllar, ona insanları incitmemeyi de öğretti. Ama iyiliğini suistimal edenler, onu her geçen gün biraz daha köşeye sıkıştırıyordu. Kendi evinde bile, sevginin, emeğin, fedakârlığın değer görmediği bir yabancı gibiydi.
İçine düğümlenen özgürlük arzusunu en çok mutfağında hissediyordu. Ellerini koyduğu her şey sanata dönüşüyordu ama o, tencerelerin içinde kaybolan düşlerinden kaçamıyordu. Kendi için pişirdiği yemeklerde bile başkalarının ağız tadını gözetmekten, ne istediğini unutmuştu. Bazen, sırf o sessiz isyana bir cevap olsun diye, hiç kimsenin sevmediği bir şeyi pişiriyor, sonra o yemeği kendi bile yemiyordu. Böylece içindeki kadın, ona inatla konuşmaya devam ediyordu.
Kendini bildi bileli mutlu olmayı başarabilmişti. Küçük şeylerde, gülüşlerde, bir yaprağın kıpırtısında bile huzuru bulmuştu. Ama yıllar içinde öğrendiği bir şey vardı: Mutluluk, her zaman özgürlükle eşleşmiyordu. Evinin içindeki düzen, dışarıya sükûnet gibi görünse de, içinde bir fırtına dönüp duruyordu. O fırtınanın içinde biriken kelimeler, geceleri başucuna konan suskun birer kuş gibi, sabah olduğunda içini ağırlaştırıyordu.
Ela’nın en büyük zenginliği özgürlüğüydü. Ama özgürlük, bazen bir efsane gibi kulağına fısıldanan, ama asla gerçekten yaşanamayan bir düşe dönüşüyordu. O düşü gerçekleştirmek için kaç kez cesaretini topladı, kaç kez içindeki prangaları kırmaya çalıştı, kimse bilmiyordu.
Ela’nın dünyası, iki katmanlı bir resim gibiydi. Üstte, herkesin gördüğü, ışıl ışıl bir kadın vardı. Ama derinlerde, yalnızca onun duyduğu, susturamadığı bir kadın daha vardı. İçinde konuşan kadın, bazen fısıldıyor, bazen bağırıyor, bazen de sadece susarak gözlerini ona dikiyordu. O kadın, Ela’ya sürekli şunu hatırlatıyordu:
“Özgürlüğü birileri vermez sana, sen alırsın. Hayallerini yaşamak için izin istemezsin, kendine izin verirsin. Kendi kapılarını açmadıkça, kimse seni içeri davet etmez.”
Gözleri deniz gibiydi Ela’nın. Ve bazen o denizin yüzeyinde, bir gemi belirirdi. Güvertesinde maviler demir atar, Ela’nın gözlerinde beklerdi. İçindeki fırtınaları dindiren tek şey, hayalleriydi. Ama hayaller, gerçeklerin duvarlarına çarpa çarpa solgun birer hayalet olmuştu.
Belki bir gün, kendi hikâyesini baştan yazabilirdi. Belki de çoktan yazmıştı, ama kimse okumaya cesaret edememişti.
O sabah, kahvesinden son bir yudum aldı. Camın önünde, rüzgârla savrulan yapraklara bir kez daha baktı. O an, içindeki kadın susmuştu. Çünkü Ela, ilk defa ne yapacağını gerçekten biliyordu.