Bir Anadolu köyünde, küçük bir evin mutfak penceresinden bakarken, dünyada olan biten her şeyi unuturmuş gibi hissedebilir insan. Fakat, o pencereyi açıp bakmakla bitmiyor işler. O pencere, adeta hayatta kalma savaşının bir parçası. Çünkü dışarıda gözle görülmeyen, ama içeride, mutfağın içinde, her köşede hissedilen bir yoksulluk var. Yoksulluk sadece maddi değil, ruhsal ve fiziksel olarak da sarar kadını. Çocuklarının mutlu gülüşleri, ona nefes almak gibi gelir. Ancak o mutlu gülüşlerin gerisinde bir suskunluk yatar, gözlerinde bir hüzün.
O, sabahın erken saatlerinde mutfağa adım atarken bir fırtınayla karşılaşmış gibi hisseder. Bir yanda evin dört duvarı arasında sıkışan, tükenmiş umutlar, diğer yanda bu evin en karanlık köşelerinde yankı bulan bir şiddet. Eşi, çalışamıyor. İş yok, bulamıyor. Gündelik işlerde üç-beş kuruş kazandığında, o paranın nereye gideceğini ve nasıl yeteceğini hesaplamak, kadının omuzlarındaki yükün bir parçasıdır. Çocuklarını bırakıp bir işte çalışması mümkün değildir, çünkü her şeyin ve herkesin ihtiyaçları vardır. Yaşamını, her geçen gün giderek daha da zorlaşan bir çarkın dişlileri arasında şekillendirir.
Mutfakta yalnız kalır. Evin her köşesinden gelen sükûnet, kadının içindeki çırpınan ruhu bir nebze sakinleştirir. Ama o sakinlik, acılarla birleşir. O tencerenin içine koyduğu her malzeme, adeta birer yük olur. Sebzelerin, pirincin, ekmeğin üzerine dökülen sıvı yağ, yalnızca yemeği değil, hayatta kalma çabasının da bir simgesidir. Kısacık bir nefes almak için mutfağa sığınan kadının ruhu, pişen yemeğin kokusunda bir nebze huzur bulmaya çalışır. O, karnını doyurmak kadar, yuvanın huzurunu da bu yemekle birleştirir. Tencerenin kapağını kapatırken, bir yudum su içmeye vakti bile yoktur.
Çünkü her yudum, o boş tabağı görmeyen gözleriyle sabah uyanan, “bugün ne yemek yapacağım?” sorusuna yanıt arayan bir kadının yorgunluğunu taşır. Şiddet, günün bir köşesinden gelir. Eşi, iş bulamamış, gelir yok, sıkıntılar artmıştır. Bu karmaşanın içinde bir çözüm ararken, kadın ne yazık ki hırsından ve karamsarlığından önce çocuklarının sesini duyar. Çocuklarının güvenini, sevgisini, mutlu bakışlarını kaybetmemek için çabalar. Çünkü çocukları, belki de birer ışık gibi içeriye düşen, mutlu olacak her anın hevesini taşıyan küçük ruhlardır.
Evin içindeki bu daralan atmosferin içinde, kadının tek tutunduğu dal, şefkatidir. Çocuklarına her an daha fazla sevgi verirken, o minik ellerin ellerine dokunması ona bir nebze huzur verir. Eşiyle yaşadığı şiddetle başa çıkarken, sadece sesini değil, aynı zamanda kalbini de kaybetmemek için uğraşır. Mutfakta yaptığı her yemek, sevgiyle yoğrulur. Her kaşık, her yudum, bir umut taşır. O kadın, var olmanın ve sevdiklerini korumanın verdiği gücü mutfak masasında bulur.
Yokluğun gölgesinde, kadınlar birer kahramandır. Kendi hayallerinden, kendi umutlarından vazgeçmişlerdir belki ama bir anne olarak çocuklarına bırakacakları bir umut kalması gerekir. Ve bu umut, hiçbir zaman, hiçbir zaman tükenmemelidir.
Çünkü, mutfakta pişen yemek, sadece midenin ihtiyacı değil, ruhun da ihtiyacıdır. Ve o kadın, mutfağında, her zaman hayatta kalmaya çalışırken, bir gün nehir gibi akan bu yokluktan kaçıp, kendini bir ışık huzmesinin içinde bulacaktır.
Yoksulluk, yalnızca maddi değil, ruhsal bir boğulma hissi yaratır. Fakat, gerçek gücümüzü ortaya koyduğumuzda, hayatın en derin zorlukları bile bize bir ışık, bir umut sunabilir. Sevdiklerimize şefkat ve sevgiyle sarılmak, karanlıkların içinden bile olsa, bir çıkış yolu bulmamıza yardımcı olur. Gerçek zenginlik, kalbimizin gücünde ve birbirimize vereceğimiz destekte saklıdır.