yazi
Feride Ozbilge
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. KIRIK BİR ÜLKENİN ÇOCUK BAKIŞI

KIRIK BİR ÜLKENİN ÇOCUK BAKIŞI

featured
service
0
Paylaş

“Toplumsal Acıların Büyük Hikâyesi”

Ben bu ülkeyi önce bir çocuğun bal rengi gözlerinden gördüm. Sokağın başında elinde bayat bir simit tutan o küçücük çocukla birlikte çoğu gün donup kaldım; Neden birinin babası eve kucak dolusu alışverişle dönerken, ötekinin babası dönüş yolunda utancı cebine saklamak zorundaydı, bir türlü anlayamadım.

Sonra anladım ki bu ülkede adalet hep yetişkin masasına oturur; olan, çocukların karnına ve kalbine olur ne yazık ki.

İlk haksızlıklar bir okul bahçesinde başlar. Bir çocuğun ayakkabısı deliktir, diğeri markalı; amma öğretmen ayakkabıya değil, gözyaşına bakmalıdır oysa. Bakmaz. Sınıfın arka sıralarında bir vicdan kırılır, ön sıralarda bir kibir filizlenir. Ve toplum, daha o gün ikiye bölünür: Gücü olanlar ve susmak zorunda kalanlar.

Ben susanları, susturulanları, dışlanan o güzel aileleri gördüm. Çocuk yaşımda öğrendim ayrımcılığı. Bir arkadaşımın kimliği yüzünden duyduğu tek bir cümle, çocuk gönlümü paramparça etmeye yetti.

Bir gün sıra arkadaşlarımızdan biri Hüseyin’e şöyle dedi: “Sen bizden değilsin.”

Alevi olduğu için komşuların bakışı değişti Hüseyin’in ve ailesinin. Ramazan geceleri ışıkları yanıyor mu diye pencereleri gözetlendi, dedikodular cehaletin gölgesinde fısıltıyla büyüdü. Oysa Hüseyin’i de severdim; kardeşlerini, annesi Sümbül yengeyi, babası Hasan amcayı da… Kimseye yük olmadılar. Kapılarına işaret koymadılar, kilit vurmadılar. Evlerinden çıkan lokma helaldi; ama bazıları kendini herkesten üstün sandı.

O gün şunu öğrendim: Bir toplumun en derin yarası, kendini birbirinden büyük sanmasıdır.

Hüseyin’in ailesi, daha huzurlu bir yaşam ve çocuklarının eğitimi için göç etmeyi seçti.

Sonra büyüdüm. Ve gördüm ki acı yalnızca çocuklarda kalmıyor; Gençlerde çürüyen hayallerde, çetelere sığınan çaresizlikte, intihar eden umutta, okulu bırakıp tarlaya dönen nasırlı ellerde devam ediyor.

Sokağın köşesinde çöpten kâğıt toplayan bir gencin gözlerine baktığımda, kendi gençliğim utandı, yerin dibine girdi. Biz ne ara bu kadar alıştık düşenlere? Ne zaman “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” masalına inandık?

Sonra sessiz hayvanları gördüm. İtirazları yok, sesleri yok; ama acıları var. İtlaf edilen canlar, zehirlenen yavrular… Sanki dünyaya suçlu gelmişler gibi. Oysa bir toplumun şefkati, en çok onlar üzerinde ölçülür; biz ölçülmesi gereken yerde kör kaldık.

Adaletsizliği gördüğüm her yerde aynı cümle yükseldi içimden: “Eğer adalet bir ülkede nefes alamıyorsa, orada hiçbir canlı huzurla yaşayamaz.”

Umut olmazsa nefes de olmaz. Bu yüzden bütün bu yıkıntının içinde en çok umudu taşıyorum.

Çünkü çocuklar yeniden gülmeyi öğrenirse, Gençler torbada değil kitapta emek harcarsa, Kadınlar sokakta korkmadan yürürse, Hayvanlar sahipsiz değil, can bilirse, Ve insanlar birbirine üstünlük taslamayı bırakıp yan yana yaşamanın onurunu hatırlarsa…

Bu ülkenin vicdanı yeniden doğacak.

Vicdanını kaybeden toplum, haysiyetini de kaybeder. Ama kendi yarasını kendi saran bir toplum, bir gün ayağa kalktığında dünyayı bile sarsar.

Bu yazıyı bunun için yazıyorum: Sessiz kalanların sesini çoğaltmak için. Kırılmış çocukluklara, korumasız gençlere, ağlayan annelere, ötekileştirilenlere ve her şeye rağmen umut etmeyi sürdürenlere şunu söylemek için:

Yurtta sulh, cihanda sulh… Ama önce insanın kendi evinde, kendi mahallesinde, kendi yüreğinde sulh.

Çünkü barış dışarıdan gelmez; biz içeriden başlatmazsak hiçbir kelime işe yaramaz.

Ve ben, yüreğim sıkışsa da yazmaya devam edeceğim. Çünkü acıyı konuşmayan toplum, acıya mahkûm olur.

Ama acıyı anlatan toplum, yarını değiştirecek cesareti mutlaka bir gün bulur.

Hüseyin büyüdü.
Büyürken şunu öğrendi:
Bu ülkede en çok çocuklar görür,
ama en az çocuklar konuşur.
Ve konuşamadıkları her acı,
bir gün memleketin duvarlarına çatlak olarak geri döner.

Artık biliyordu;
bir ülkeyi ayakta tutan şey bayraklar değil,
sloganlar değil,
yüksek sesle söylenen doğrular da değil…
Bir ülkeyi ayakta tutan,
bir çocuğun kalbine düşen adalet duygusudur.

O duygu kırıldığında,
hiçbir anayasa tamir edemez.

İnsanlar yıllarca dinleri, mezhepleri, kimlikleri tartıştı.
Oysa kimse şunu sormadı:
Biz birbirimize ne zaman bu kadar yabancılaştık?

Hüseyin’in cebinde hâlâ annesinin sözü vardı.
Eskimişti ama yıpranmamıştı:
“İnsanı insan yapan adamlığıdır.”
O söz, onun pusulası oldu.
Kalabalıkta yönünü kaybettiğinde,
oraya baktı.

Ve şunu gördü:
İyilik gürültü çıkarmaz.
Merhamet bağırmaz.
Ama bir gün,
en kalabalık meydanlardan bile daha güçlü konuşur.

Bu yüzden bu hikâye bir aşk hikâyesi değildir sadece.
Bu, bir toplumun kendi vicdanıyla yüzleşme hikâyesidir.
Bir çocuğun gözünden görülen kırık bir ülkenin,
yeniden ayağa kalkma ihtimalidir.

Çünkü insanlık hiçbir zaman kalabalıklarla kurtulmadı.
Hep birkaç yürekli insanla ayakta kaldı.

Ve sevgi
Bazen yalnızca iki insanı değil,
bir mahallenin dilini,
bir ülkenin kaderini,
bir çocuğun geleceğini değiştirir.

İşte bu yüzden yazıyorum.
Suskunluk çoğalmasın diye.
Çocuklar büyürken yük taşımasın diye.
Ve bir gün biri çıkıp da
“Biz neden başkayız?” diye sorduğunda,
cevapsız kalmasın diye…

Çünkü başka değiliz.
Sadece birbirimizi duymayı
çok geç öğrendik.

KIRIK BİR ÜLKENİN ÇOCUK BAKIŞI
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VakaHaber.CoM.TR ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Bizi Takip Edin