ömrüme düşen senin sancındır
üstüme başıma sinmiş bir firar var
kaçak değil, yakalanmak istemeyen
yani seninle yanmak,
yanarken de söyleyememek ismimi
çünkü en çok sen sustun,
ben seni sustuğunda sevdim
kimliğimi unuttuğum şehirlerde
duvara dayalı kalbimi
bir çocuğun alnını öper gibi
gizlice öptün
ve ben, sadece o öpüşle
tüm savaşlardan çekildim
anlarsan
bir tek senin sessizliğinden
sökülür dilimin kör düğümü
senin dudağında başlar cümle
karanlığın en sevişken halinde
gözlerin “amin” der
ben dua olur dökülürüm içine
bütün yasadışı aşklar gibi
seninle yakalandım hayata
seninle suçüstü
seninle sarhoş
tenime sürgün ettiğim o ilk özlem
şimdi damar damar
sana akar içimden
sığmadım hiçbir ömre
ama senin kalbine yığıldım
yani
bir tek sen anlarsın beni
bir tek sen yanarsın
çünkü
hangi kalabalık gözlerinde bu kadar yalnız kalabilir
hangi yalnızlık
sana bakınca bu kadar çoğalır?
ben
gözlerini izledim
bir rüya gibi camın buğusunda
çizdim harf harf seni
hiç bilmediğim alfabelerle
ve öğrendim:
aşkın dili
senin sessizliğinden başlar
olur ya
bir gün düşerim yine o uçurumların başına
ve hayat susar, tıpkı şimdi olduğu gibi
sen ol orada
saçlarıma kar düşerken
ellerinle güneşi getir alnıma
çünkü
bir tek sen kokarsın
bu kadar karanlık bir şehrin sabahına
bir tek sen düşersin
ölümle yaşam arasındaki o
incecik sırra
…
soruyorsun ya:
“bir başka sağanak gelir mi?”
belki gelmez…
ama sen
bu suskun kentin
unutulmuş bir yağmurundansın
ve ben
hala ıslanıyorum içinde…