bir vadide açan tek çiçek gibiyim
kokunla yeşerip, sensizlikle kuruyorum
sana en çok
ulaşamadığımda büyüyorum
gökyüzü kadar sana bakarken
toprak gibi altında eziliyorum
ve her gece
yıldızları senin adınla susuyorum
gözlerin…
bir çift kırlangıç:
her baharda döner ama
hiçbir yuvaya konmaz
dudağın…
bir nar çiçeği
yakınına vardıkça
kan renginde patlar içimde
seninle geçen bir düş,
bin yıllık uykusuzluk
zamanı büksem
yine de varamam
çünkü sen
zamanın kıyısında, benliğimin ötesindesin
adını yazdım
yüzümdeki çizgilere
her tebessümde
kanayan bir sızı gibi taşıyorum
ellerim…
yüzünü unutmasın diye
göğe çizer suretini her sabah
ve rüzgar
senin olmadığın her an
beni bir başka yıkıntıya savurur
seni yaşamak…
bir volkanın içinde
serinliği özlemek gibi
yakarak severim
ama dokunamam
çünkü aşkın
göğe meyletmiş bir dağsa
ben
eteklerinde bekleyen
çaresiz bir kurbanım
ve ben,
senin olmadığın sabahlarda
gölgene su veriyorum
belki serinliğinde
biraz sen kalmıştır diye
aşk, bir fısıltı gibi dolaşıyor içimde
adı sensin
ama sesi yok
bir harfini okusam
kalbim taşar kıyılara
gecenin en sessiz yerinde
adını bir dua gibi
bir günahsızlık gibi
bir kehanet gibi mırıldanıyorum
çünkü sevmenin günahı yok
ama bu ayrılık cehennem gibi
ellerim büyüyor, sana yetişemiyor
kalbim, bir kervan gibi
susuzluktan çatlıyor
ama yola yine de düşüyor
çünkü aşk dediğin
hep varamamakla olurmuş
ve gözlerim
senin olmadığın her yerde
bir iz arıyor
bir ses
bir soluk
bir zamanlar “biz” olan gölgemiz
hangi duvarın ardında ağlıyor şimdi?
işte ben,
her sabah yokluğuna uyanan
bir varlık gibi
yarım bir dua
eksik bir mısra
ama yine de
her zerremle “sen” diyorum
çünkü…
aşk, seni severken
kendine veda etmektir