yazi
Feride Ozbilge
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. PAPATYA AŞKI…

PAPATYA AŞKI…

featured

Uzun bir hikâye bir defterin ilk sayfası gibi…

O yıl bahar erken gelmişti. Dağların yamacındaki köy, sabahları hâlâ ürpertiyle uyanıyor ama öğleye varmadan güneş, toprağı sarıya boyuyordu. Sarı, umut demekti. Sarı, elbise demekti. Sarı, o kızın saçlarının güneşte parlayan hâli, dizine kadar uzanan elbisesinin eteklerinde uçuşan çocukluktu.

Papatya tarlası köyün dışında, kurumuş derenin kıyısında uzanırdı. Her yıl nisan sonunda açardı o beyaz çiçekler. Ortası güneş, kenarı sabır gibi. O kız Sarı ,

her bahar oraya gider, tarlanın ortasında tek başına otururdu. Kimseye anlatamadığı hayalleri orada fısıldardı toprağa.

Sarı, hayalleri çok olan bir kızdı. Ama evi soğuktu. Islak duvarlarında rutubet değil, eksik kalan çocukluğun izleri vardı. Soba yandığında bile içi ısınmazdı insanın. Çünkü bazen sıcaklık, ateşten değil sevgiden gelirdi. Ve o evde sessizlik çoktu; kahkaha eksikti.

Ama papatya tarlasında öyle değildi.

Orada Sarı kendini kraliçe gibi hissederdi. Her papatya onun tebessümüne eğilirdi sanki. Ve o gün, o bahar…
Bir çocuk geldi.

Üstü başı toz toprak içindeydi. Elinde yarısı yenmiş bir simit vardı. Kırık dişlerinin arasından utangaç bir selam verdi.
“Buraya oturabilir miyim?” dedi.
Sarı cevap vermedi, ama biraz yana kaydı.

Çocuk, adı Mehmet, köyün yoksul evlerinden birindendi. Annesi vefat etmişti. Babası yıllardır hastaydı. Mehmet, köy okulunda birinciydi ama kimse onun başını okşamıyordu. Sadece papatyalar.
Ve şimdi, Sarı.

O bahar boyunca her gün tarlada buluştular. Sarı konuşur, Mehmet dinlerdi. Mehmet sorar, Sarı susardı. Sessizlikleri büyüttü onları. Bir gün Sarı, bir papatya kopardı.
“İlk defa birine veriyorum bunu,” dedi.
Mehmet’in avucuna koydu.
Küçücük bir papatya ama o avuçta bir dünya kadar ağır.

Yıllar geçti. Mehmet burs kazandı, şehre gitti. ODTÜ’ye. O rutubet kokulu evden, Türkiye’nin en iyi okuluna bir yıldız doğdu. Ama giderken Sarı’ya tek kelime etmedi.
“Ben gidiyorum,” demedi.
“Döneceğim,” de demedi.
Sadece bir defter bıraktı. İçine çizdiği bir papatya. Altına da bir cümle:

“Senin yanında olduğumda, evin bile kokusu güzeldi.”

Mehmet gitmeden önceki Sarı, yalnızca bir kız değildi. O, baharın eteğinden düşen ilk cemreydi. Köyün taş yollarında yankılanan bir şiirdi.

Sarı, beline kadar inen, buğday tarlası gibi dalgalanan saçlarıyla rüzgâra karışırdı. Her adımında uçuşurdu saçları, buğday bacaklarını hatırlatırdı insanlara, güneşte parlayan uzun ve ince. Gür kirpiklerinin ardında, bakmaya cesaret edemeyeceğin bal rengi gözler gizlenirdi derin, iri ve daima bir şeyi bekleyen…
Kalkık minik burnu, yanaklarındaki çillerle anlaşmış gibiydi; sanki her biri, güneşin Sarı’ya bıraktığı öpücüklerdi. Yüzü çocuktu, ama gözleri… ah gözleri, uzun kışlar görmüştü.
Sesi desen, buğulu türküler gibi… Bazen bir su kenarında söylenmiş bir ağıt gibi ince, bazen anne ninnisi gibi sarıp sarmalayan.
Ve yüreği…
İşte o bambaşka.
Şefkatle dolu, minicik bir serçenin kalbi gibi, ürkek ama bir o kadar cesur. Mehmet konuşurken onun gözlerine değil, yüreğine bakardı sanki. Çünkü Sarı’nın yüreği gözlerinden önce konuşurdu.

İşte Mehmet, bu kızı bırakıp gitti.
Ama aslında hiç gidemedi.
Çünkü böyle bir güzelliği insan ardında bırakmaz; sadece içine gömer.
Ta ki bir gün, o güzellik içinden yeniden filizlenene kadar.

Ve köy, Mehmet’in gidişle sustu.
Babasının cenazesi için geri döndüğünde, kimse onun gözlerine bakamadı.
Çünkü o gözler, yalnızca Sarı’yı arıyordu.
Sarı ise cenazenin kalabalığında bile, sessizce “Gitme…” demişti içinden.
Ama beden susmuştu.
Ve Mehmet, gözlerini ardında bırakarak gitti.

O yıl Sarı değişti.
Çocukluktan çıkmıştı.
Saçlarının sarısı koyulaştı; gözlerinin içi durulmuştu.
Her sabah papatya tarlasına giden kız, artık köy okulunun en parlak öğrencisiydi.
Elbisesi sade ama duruşu heybetliydi.
Sarı, güzelliğini allıktan değil, bekleyişten almıştı.
Ve her bahar, bir papatya koparıp deftere koyuyordu:
“Mehmet’in yılı” diyerek.
Ama Mehmet’ten mektup gelmiyordu.
Çünkü Mehmet yoktu.

ODTÜ’de üçüncü sınıftayken çıkan bir öğrenci olayında Mehmet tutuklandı.
Ama bu öyle bir tutuklanmaydı ki…
Ne ismi listelere düştü,
ne bir mahkemeye çıktı.
Yokluğa gömüldü.

Halası Dudu, aylarca Ankara yollarında harcadı ömrünü.
Valiliğe, adliyeye, karakollara gitti.
Ama cevap hep aynıydı:
“Bizde Mehmet yok.”

Halbuki Mehmet oradaydı.
Duvarları kanla ıslanmış, isimleri sessizce silinmiş bir hücrede…
İftirayla, işkenceyle, susturulmuş bir genç adam.
25 yıl boyunca, ne gökyüzü gördü ne bir yudum özgürlük.
Tek kişilik tecritte sadece bir şeyi saydı:
Sarı’nın gözlerini.

Yirmi beş yıl sonra bir af çıktı.
Mehmet dışarı adım attı.
Ama dünya bambaşkaydı.
İnsanlar değişmişti, sokaklar yabancıydı.
Mehmet artık bir kimlikti, ama bir kişilik değil.
Herkesten uzak durdu.
Çünkü kendinden bile utanıyordu.
Yüzü aynaya, adı bir dosta değmiyordu.

Bir gün, tesadüfen bir okulun önünden geçerken tanıdık bir ses duydu:
“Elif?”
ODTÜ’den sınıf arkadaşıydı.
Yılların ardından, gözleriyle konuşur gibi sarıldılar.
Anlatılan çoktu.
Ama konu hep dönüp dolaşıp Sarı’ya geldi.

Elif anlattı,

“Evlenmedi. Hep seni bekledi.
Öğretmen oldu. Köyde çocuklara okumayı o öğretti.
Ama her bahar, o papatya tarlasına gidiyor hâlâ.
Hâlâ aynı elbiseyi giyiyor.
‘Mehmet beni bırakmaz, bir gün gelir’ diyor.”

Mehmet, o cümleyi duyduğunda yere oturdu.
Ağlamadı.
Çöktü.
Bir insan, özlemi içinden sökemezse yere değil, zamanın dibine çöker.
Ve o gece, yıllar sonra ilk defa Sarı’yı rüyasında gördü.
Elinde bir papatya vardı.
“Ben hâlâ buradayım,” diyordu.

Bir sabah kapı çalındı.
Sarı, okuldan yeni dönmüştü.
Elinde çocukların çizdiği çiçekli bir resim vardı.
Kapıyı açtı.

Ve…
İşte oradaydı.
Mehmet.
Saçlarına kar düşmüş, elleri titriyordu.
Ama gözleri hâlâ o çocuktu.
25 yıl önce papatyaya avuç açan,
şimdi Sarı’ya boynunu bükmüştü.

Sarı bakakaldı.
Ne bir söz, ne bir nefes.
Sadece yürüdü.
Ve Mehmet’in boynuna sarıldı.

“Geç kaldın,” dedi fısıltıyla.
“Ama olsun.
Ben de hep burada kaldım.”

Ve sonra…
Papatya tarlasında iki kişi oturdu.
Tıpkı o ilk günkü gibi.
Ama artık elleri suskun değil.
Kalpleri konuşuyordu.

Çünkü bazı aşklar ne zamana, ne coğrafyaya yenilir.
Sadece sabra dayanır.
Ve zamanı geldiğinde, bir çiçek gibi yeniden açar.

“Bazı aşklar, yalnızca kalpte değil, hücrelerde büyür.
Ve bazı kavuşmalar, bir ömrün cezasına değer.”

Bazen bir papatya, tüm hayatı güzelleştirir. Kimi aşk tarlada büyür, kimi özlemde yeşerir. Ama sevda, çocuk kalbinde başlar ve hiç ölmez.

PAPATYA AŞKI…
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

VakaHaber.CoM ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Bizi Takip Edin
KAI ile Haber Hakkında Sohbet