“MERYEM”
Sabah ezanının sesiyle birlikte, Meryem gözlerini açtı.
Evlerinin tavanında bir delik vardı; artık yıldızları saymak kolaydı.
Bir zamanlar lambaları orada asılıydı, şimdi gökyüzü onların ışığını çalmıştı.
Daha dokuz yaşındaydı ama gözleri, yüzyıllık bir suskunluğu taşıyordu.
Gazze’nin tozlu sokaklarında sabahlar çocuk gülüşüyle değil, siren sesiyle uyanırdı artık.
Sabah güneşi, yıkıntılar arasında Meryem’i uyandırdı. Küçük bedeni taş ve tozla kaplıydı; kardeşleri yanında, gözlerinde korku ve açlık vardı. Sokaklar sessiz, evler yarı yıkılmıştı; oyunlar hayallerin altında gömülmüştü.
Meryem, annesinin başörtüsüne dolanmış bir saç teliyle oynarken seslendi:
“Anne, neden herkes susuyor?”
Annesi sadece baktı , gözleriyle ağlamayı öğrenmişti çünkü.
Bir kelime bile etmeden Meryem’in saçlarını okşadı,
sonra elindeki boş su bidonuna baktı;
artık her gün o bidonu taşımanın adı “yaşamak”tı.
Sokağın ortasında çocuklar su ve ekmek için sıra bekliyordu; umutları yavaş yavaş tükeniyordu. Ama Meryem, küçük yüreğiyle diğer çocukları cesaretlendirmeye çalıştı.
“Dünya, biz hâlâ buradayız,” dedi.
“Bir gün oyunlar yeniden başlar.”
Mahalledeki çocukların çoğu gitmişti.
Kimi deniz kenarına, kimi bir daha dönülmeyen yerlere.
Ama Meryem kalmıştı.
Kalmak bir cesaret değil, bir kaderdi burada.
Sokak başındaki hurma ağacı bile eğilmişti sanki, utanıyordu.
Bir gün, molozların arasından bir bebek terliği buldu.
Yarısı yanmış, rengi belirsiz.
Eline aldı, uzun uzun baktı.
Sonra avucunda sıktı, kalbinin üzerine bastırdı:
“Belki de Cennet’te tamam olmuştur,” dedi.
Sesi, rüzgârla birlikte duvarlara çarptı.
Öğle vakti, Meryem gökyüzünü izleyerek hayaller kurdu: okula gitmek, arkadaşlarıyla gülmek, resim yapmak… Ama tüm hayaller enkazın altında kalmıştı. Yine de yılmadı. Küçücük bedeniyle büyük bir cesaret taşıyordu; toz ve taşın arasında umut filizleniyordu.
Akşam olunca, Meryem sahile gitti. Dalga sesleri kulağında bir melodi gibi yankılanıyordu. Kumun üzerinde küçük bir kalp çizdi; elleriyle doldurdu onu. Fısıldadı:
“Ben Meryem. Bu kalp sadece benim değil; Gazze’deki tüm çocukların. Dünya, lütfen sesimizi duy, ellerimizi tut, korkularımızı hafiflet.”
Akşam olunca, annesi dua etmeye başladı.
Kızına da “sen de et” dedi.
Ama Meryem ellerini kaldırmadı.
Başını eğdi, dudakları titreyerek fısıldadı:
“Ben artık dua etmiyorum anne, çünkü Tanrı da yorulmuştur.”
O sabah, bir an aklına geldi: yıkılmış evin köşesinde bulduğu eski bir defter ve kurumuş boya kalemleri… Ellerini toza buladı, çizgiler ve renkler uçmuştu ama çizgilerin gücü hâlâ oradaydı. Her çizgi bir çığlık, her renk bir umut:
“Dünya, bizi unutma… Her çocuk değerli.”
O gece, elinde küçük bir not defteriyle dışarı çıktı.
Defterin kapağına kömürle yazılmış bir isim vardı: “Meryem.”
İçine çizimler yaptı.
Birinde, bir çocuğun kollarında bir kuş vardı . Kuşun kanadı kırık.
Altına yazdı: “Bizi gören var mı?”
Sonra bir sayfa çevirdi.
Oraya uzun bir mektup yazmaya başladı.
Anya’nın mektubuna benzerdi ama hiç duymamıştı o adı.
Ruhlar bazen birbirine seslenir, kelimeler hiç buluşmadan birleşir ya , öyle bir mektuptu bu.
“Dünya’ya,
Ben Meryem.
Sizi suçlamıyorum, çünkü belki duymadınız.
Ama eğer duyduysanız, bu sessizlik daha ağır.
Burada kum, taş ve toz var. Oyuncak yok, okul yok, ama hâlâ bir kalemim var.
Bazen onu dua gibi tutuyorum, bazen bir isyan gibi.”
Meryem yazarken gözleri doldu, ama yazmayı bırakamadı. Devam etti:
Ben her gece gökyüzüne bakıyorum.
Bir yıldız sönüyor, bir ev yanıyor.
Belki aynı anda bir çocuk daha yok oluyor.
Siz sadece rakam söylüyorsunuz.
Ama biz, her rakamın yüzünü biliyoruz.”
Bizi kurtarmasan bile, hatırla.
Biz çocuklar, geleceğimizden çalınmışız.
Ama hâlâ buradayız, hâlâ umudumuzu kaybetmedik.”
Kalemi elinden düştü.
Küçük parmaklarının ucu morarmıştı.
Ama mektup tamamlanmıştı artık.
Kendince bir yol buldu.
Bir yardım kutusunun içine sakladı defterini.
Kutunun üstüne küçük bir not yazdı:
“Birleşmiş Milletler yazıyor üstünde.
Belki beni bulur.”
Sonra defteri öptü,
ve gökyüzüne baktı:
“Anya,” dedi sanki, “duyuyor musun?”
Rüzgâr o an bir şey taşıdı.
Belki kuzeyden gelen bir kar tanesi,
belki doğudan gelen bir nefes.
İki çocuğun mektupları, aynı göğe karıştı.
Mektubu hayalinde bir şişeye koydu ve dalgaların
arasına bıraktı. Belki bir gün biri bulur, belki dünya biraz utanır.
O gece Meryem, rüyasında bir el hissetti . Anya’nın elini… İkisi de birbirini hiç görmemişti, ama aynı gökyüzünün altında, iki küçük kalp birbirini bulmuştu.
Ve bir sabah, BM’ye ulaştığını düşündü; bir görevli mektubu aldı, gözlerini Meryem’in kelimelerine dikti. Sessizlik, bir nefes gibi durdu odada; sonra vicdanlar sarsıldı. Meryem, küçük bedeniyle, dünyanın bir köşesinde büyük bir yankı yaratmıştı.
“Biz buradayız. Unutmayın,” diyordu hâlâ, kalemi ve yüreğiyle.
…
İki küçük kalp, iki farklı köşe, ama aynı gökyüzü altında… Anya ve Meryem, birbirini hiç görmeden, aynı sessiz çığlığı dünyaya gönderdiler.
Birleşmiş Milletler’e, liderlere, vicdan sahibi herkese bir çağrıydı bu:
Çocuklar, sadece kendi ülkelerinin değil, tüm dünyanın sorumluluğu altında. Elleriniz uzatın, umut olun. Sessiz çığlıklarımızı duyun, çünkü bir çocuğun kaybolduğu dünya, kendi aynasında utanır.
Ve o gökyüzü, yıllar sonra, bir toplantı salonunda açıldı.
Bir diplomat, elinde iki mektup tutuyordu . Biri yanık kâğıttan, biri lekeli defterden.
Okurken sesi titredi:
“Bu mektuplar, dünya adına utançtır,” dedi.
Salondakiler sustu.
Bir çocuk sesi yankılandı içlerinde
belki Anya’ydı, belki Meryem.
Ama artık fark etmezdi.
Çünkü dünya, iki çocuğun kaleminden yeniden yazılmıştı.